Şeytanın İcraatları

Kur’an-ı Kerim ayetlerinde şeytanın ne gibi icraatlar yaptığı ve yapacağı değişik yerlerde nazara verilir. Mesela:

“Bir vakit meleklere: ‘Âdem için secde edin’ demiştik; İblis’ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti.
Biz de Âdem’e şöyle demiştik: ‘Ey Âdem! Şüphesiz bu İblis sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun.
Doğrusu cennette sana ne acıkmak var ne de çıplak kalmak.
Ve sana orada ne susuz kalmak var ne de sıcaktan bunalmak’
Sonunda şeytan ona vesvese verdi. Dedi ki: ‘Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve hiç bitmeyecek bir saltanatı göstereyim mi?’
Derken (Hz. Âdem ve Havva) ikisi de o ağaçtan yediler. Bunun üzerine mahrem yerleri kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet yaprağından örtmeye başladılar. Âdem Rabbinin emrinden çıktı da, şaşırdı.
Sonra Rabbi, onu seçti de tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi.”
(Taha Suresi, 116-122)



“Bir vakit meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler. O ise, ‘Ben bir çamurdan yarattığın kimseye mi secde ederim?’ demişti.
İblis dedi ki, ‘Şu benden üstün kıldığını gördün mü? Yemin ederim ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım.’
Allah buyurdu: ‘Haydi git! Onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki, cezanız cehennemdir, hem de mükemmel bir ceza. Onlardan gücünün yettiğini sesinle ürküt. Süvari ve piyadelerinle üzerlerine saldır. Mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaatte bulun.’
Fakat şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.
Doğrusu benim (ihlâslı) kullarım üzerinde senin hiçbir hâkimiyetin yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.”
(İsra Suresi, 61-65)

“İblis şöyle dedi: ‘Rabbim! Beni azdırmana karşılık, mutlaka ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak içlerinden ihlâslı kulların müstesnadır.’” (Hicr Suresi, 39-40)

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve çirkin işlere teşvik eder.” (Bakara Suresi, 268)

“Onlar, Allah’ı bırakırlar da yalnız dişilere taparlar. Böylece ancak inatçı şeytana tapmış olurlar.
Allah şeytana lanet etti. O da: ‘Elbette senin kullarından belli bir pay edineceğim, dedi. Ve onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntularla oyalayacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar. Onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler.’
Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.
Şeytan onlara vaad eder ve onları boş kuruntularla oyalar. Oysa şeytanın onlara vaadi, aldatmadan başka bir şey değildir. (Nisa Suresi, 117-120)

Şimdi, bunların bir nevi açılımı olarak şeytanın neler yaptığına, ne gibi hile ve tuzaklarla insanları aldatmaya çalıştığına biraz daha yakından bakmaya çalışacalım:
Şeytan günahları güzel gösterir

“Şeytan onlara amellerini güzel gösterdi…” (Neml Suresi, 24)

Bu manayı ifade eden çok ayetler vardır. Mesela, En’am 43, Enfal 48, Nahl 63, Ankebut 48, Hicr 39…

Şeytanın en büyük icraatı, günahları insanlara güzel ve cazip bir şey olarak sunmasıdır. Mesela, iki kişi tartıştıklarında işi kavgaya kadar götürebilirler, hatta bu küçük tartışma cinayetle bile sonuçlanabilir. Zira öfkede akıl yoktur. Öfke hâkim olduğunda, insan sağlıklı düşünemez. Sonuç olarak, taraflardan biri mezara, diğeri de hapse gider.

Bunlar selim bir akılla düşünseler elbette böyle ağır bir fatura ödemeyeceklerdi. Ama şeytan onlara kötü amellerini güzel göstermiş ve böyle acı bir sonuca sevk etmiştir.
Şeytanın günahları güzel göstermesi şuna benzer: Biri var, pislikleri çok güzel ambalajlara koyuyor, insanlara tatlı bir şeymiş gibi yediriyor…

Bu konuda bir başka ayette şöyle buyrulur:
“Rabbinden bir ‘beyyine’ üzerinde bulunan kimse, hiç o kötü ameli kendine süslü gösterilip de heva ve hevesleri ardına düşmüş kimseler gibi midir?” (Muhammed Suresi, 14)

Mümin, Rabbinden bir beyyine üzeredir. Beyyine, delil-hüccet- ayet gibi anlamlar taşır. Kâfir ise, kötü işler yapar. Bu kötülükler şeytan tarafından kendisine süslendirilmiştir. Söz­gelimi, “içki içmekle ne olur sanki, insan şu dünyada keyfine bakmalı” gibi bir desiseyle şeytan onu kandırmıştır. Böyle kimseler artık heva ve heveslerinin peşinden giderler.

Antik çağ felsefesindeki “hedonizm” görüşü, nefsin kötü arzularına, heva ve hevese uymaktan başka bir şey değildir. Bu görüşün taraftarları günümüzde de sayıca hayli kalabalıktır.

Hedonizm (hazcılık/lezzetiye) ekolü denilen bu felsefî akım, hayata zevk ve lezzet noktasından bakar. Bunların gayeleri, duyuların tatminidir, zevktir. Günümüzde pek çok insan bu şeytanî akıma kapılmış, her türlü günahı mubah sayarak adeta insanlıktan çıkmışlardır.
Şeytan boş kuruntularla oyalar

“…Ve onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntularla oyalayacağım…” (Nisa Suresi, 119)
Şeytan, insanları boş hayallerle avutur, boş kuruntularla onları oyalar. Çölde yol alanlar zaman zaman serap görürler, onu gerçek zannederler, ümitle ona doğru koşarlar. Hâlbuki bir hayalin peşinde koşmaktadırlar. Onun gibi şeytan da insanları boş fikirlerle, hoş hayallerle durmadan oyalar. Mesela, batıl bir fikrî akım çıkar, nice insan bunun peşine takılır. Hâlbuki bir işlerine yaramayacak, onları asla mutlu yapmayacaktır. Mesela, 19. yüzyılda pozitivizm rüzgârı esmiş, insanlık âlemini ciddi anlamda etkilemiştir. Bu akıma göre, ispat edilemeyen şeylere inanmamak gerekir. Dinlerin bahsettiği ruh, melek, ahiret gibi meseleler ispat edilemediğine göre, bunlara itibar edilmemelidir. Bu akım, “artık mabetlerin yerlerini laboratuarlar, din adamlarının yerlerini bilim adamları, iman esaslarının yerlerini ilmin ulaştığı sonuçlar almalıdır” görüşünü ileri sürer. Ne gariptir ki İslam dünyasında yaşayanlar da dâhil olmak üzere, dünyanın her tarafından nice kimseler bu akımdan etkilenmişlerdir.

Hâlbuki her şey maddeden ibaret değildir. İnsanın bile maddesinden ziyade manası ön plandadır. Bu insanda maddeyle hiç de alakası olmayan binlerce hisler, duygular, latifeler vardır. Bir kitap nasıl sadece harflerden ibaret olmayıp mana ile dolu ise, âlem dahi baştan sona mana ile doludur.

Yıllar önce bir felsefeciyle bu konuları tartışmıştık. Kendisine, “Felsefeden istifade ederiz ama felsefe her şey değildir. Mesela felsefe yaratılışın nasıl olduğunu izah edemez” dediğimde şunu söylemişti:

“‘Yaratılış’ kelimesini ben kullanmam. Bunun yerine ‘oluşum’ demeyi tercih ederim.”

Dedim: “Siz sınıftan çıktığınızda yazı tahtasını tertemiz bıraksanız, ama aynı sınıfa döndüğünüzde tahtada güzel resimler ve anlamlı cümleler bulduğunuzda bunu ‘oluşum’ olarak mı görürsünüz, yoksa ‘bunları kim yazdı ve çizdi’ mi dersiniz?”

Muhatabım şöyle dedi: “Ben bilime inanırım Evet, bilimin şu anda bu konuya net bir açıklık getiremediğini kabul ediyorum. Ama inanıyorum ki yüzlerce yıl sonra da olsa bunların bilimsel açıklamaları yapılacaktır…”

Muhatabım, imandan kaçarken yine de iman etmekten kurtulamamıştı. Gerçi Allah’a inanmıyordu ama “bilime” inanıyordu. Gerçi ezeli bir Allah’ı kabul etmiyordu ama maddeyi ezeli kabul etmekten kurtulamıyordu…

İşte şeytan böyle boş fikirler, kuru hayallerle nice insanları avutur, oyalar, gerçekleri görmelerine engel olur.
Şeytan demagoji yapar

Şeytan, aldatıcı cümleler kurmasını iyi bilir. Tabir yerindeyse, tam bir laf ebesidir. Mesela, kâinatın genişliğini nazara verir, insanın fikrini dağıtır, bu kadar geniş bir mülkte bir Za­tın aynı anda tasarrufta bulunamayacağını söyler. Öte yan­dan tek tek fertleri nazara verirken Allah’ın azametinin böyle hakir şeylerle meşgul olmasına müsaade etmediğini telkin eder, mesela “Allah azametiyle beraber işi yok da bir si­neğin kanadıyla mı uğraşacak?”der.
Hâlbuki Allah’ı mahlûkla kıyas etmek, son derece yanlıştır. Bir ressamın elinden çıkan mükemmel eserler, ne derece onu tanıyabilirler? Kendileri bir sanat eseri olarak resim yapamazken “Ressam da resim yapamaz” demeleri ne kadar mantıklı olur?

Öte yandan, şu sınırlarını bile hayal edemediğimiz âlemin bir tek Zat tarafından idare edilmesi gözle görülür gibi açık bir hakikattir. Öyle ki, akıl ve şuur sahibi olan insan bile kendi vücudunu idareden acizdir. Vücudunda sadece karaciğeri dört yüzden fazla görev yaparken, o bunların dördünü bile sayamaz. Böyle birinin “Vücudumu ben kendim idare ediyorum” diyebilmesi gülünç bir iddia olur. Bizlerin de vücudunu idare eden, âlemi idare etmektedir.

Allah’ın azametiyle beraber sözgelimi bir sineğin kanadıyla da meşgul olması, aslında sonsuz bir kudretin lazımıdır. Güneş doğduğunda, ona mukabil olan ayna gibi bütün parlak şeylerde bir timsali meydana gelir, hepsini aynı anda aydınlatır, dışarıda bir tek fert bile kalmaz. Temsilde hata olmasın, bütün varlıklar Allah’a mukabil bir ayna gibidir, her birinde aynı anda tecelli eder, biriyle iştigali diğerlerine engel değildir.
Şeytan abes işlerle meşgul eder

“…Onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar...” (Nisa Suresi, 119)

İslam öncesi cahiliye Arapları, dişi deve beş defa doğurur ve beşincisi erkek olursa onun kulağını yararlar artık ondan faydalanmanın haram olduğuna inanırlardı. Böyle yapmakla, aslında Allah’ın helal kıldığını haram yaparlardı.

Ayrıca, putların önünde hayvanları kurban eder, onların putlar için bir adak olduğuna nişan olarak kulaklarını yararlardı.

Bu durumda ayetin muhtevasını, “Onlar Allah’ın helal kıldığını haram yapacaklar, ibadet zannıyla şirke düşecekler” şeklinde anlayabiliriz.

Günümüzde de nice insan, şeytani bir desise sonucu batıl örften gelen yanlış uygulamaların içinde olabilmektedir. Mesela, bazı yörelerimizde çocuğun sünnet merasimi için “kirve” olur, bu kirve artık aileden bir fert gibi kabul edilir. Onun çocukları da sütkardeşi gibi evlenilmesi yasak hale gelir. Bu, sadece bir örftür ve mahremiyet ve nikâh yönünden bir ayrıcalık ve farklılık getirmez. Din, kirve sistemini emretmez, ama bunu red de etmez. Ancak helali haram, haramı helal kılacak şekilde uygulamaları da kabul etmez.
Şeytan fıtrata müdahale etmek ister

“…Onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler...” (Nisa Suresi, 119)

İnsanlar, şeytanın telkinleriyle Allah’ın yaratışına müdahale ederler. Bu, yaratışın şeklini veya bazı özelliklerini değiştirmek şeklinde olabilir. İnsanlar, şeytanın telkinleriyle, mesela:

-Fıtratı kemaline götürecek yerde bozacaklar, çığırından çıkaracaklar. Mesela, kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalı­şacaklar, kadın yerine erkek, erkek yerine kadın kullanacaklar.

-İhtiyaçtan ve zorunluluktan kaynaklanmayan estetik ameliyat yaptıracaklar.

-Fıtri ve helal olan evlilik yerine gayr-ı fıtri ve gayr-ı meşru olan evlilik dışı beraberliği esas alacaklar, temizi bırakıp pi­­se koşacaklar.

-Hayat ciddi gayeler için verilmişken, ciddiyeti bırakıp eğlen­ceye heveslenecekler, görevlerini terk edip oyuna koşacaklar.

-İnsanın tabiatı şerefli iken, insan şerefine yakışmayan tavırlar benimseyecekler. Mesela, doğruluğu budalalık, eğriliği hüner sayacaklar.

-İnsan, yaratılışı gereği dine muhtaç iken, bunu değiştirip dini bir öcü gibi kabul edecekler, dinden ve dinin değerlerinden uzak kalacaklar.

Günümüzde insanın ve diğer canlıların genleriyle oynanması, ayetin şümulü çerçevesinde değerlendirilebilir. Bun­lar­dan faydalı uygulamalar elbette vardır, ama bir kısmı art niyetle de yapılabilmekte, söz gelimi bir insana verilen ba­zı özel ilaçlar onu asıl fıtratından çıkarıp bir zavallı haline getirebilmektedir. Bu tür uygulamaların şeytanî olduğunda şüphe yoktur.

Hayatı şehveti tatmin olarak gören kimselerin, bu gayeyle kullandıkları haplar da fıtrata bir müdahaledir, zevk çılgınlığıdır.
Şeytan, batıl mabutlara taptırır

Hz. Süleyman’a muhteşem bir saltanat verilmişti. Öyle ki kuşlar bile emrinde idi. O devirde Yemen’de Belkıs isimli bir kraliçe vardı. İşte, hüdhüd isimli kuş Yemen’e gitmiş, oradaki insanların Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını görmüştü. Bunu Hz. Süleyman’a şöyle haber verir:

“Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.” (Neml Suresi, 24)

Şeytan, o devirde Sebe halkını güneşe taptırdığı gibi, aslında tarih boyunca insanların önüne daima batıl mabutları koymaya çalışmıştır.

Kur’an’ın bildirdiği gibi, bu batıl mabutlar “Bir takım isimlerden ibarettirler.” (Yusuf Suresi, 40) Yani mabut olduklarına dair hiçbir delil yoktur. Mabutluk payesini insanlar onlara vermiş, sonra da onlara tapmaya başlamışlardır. Mesela, İlahî bir sanat olan tabiatı, bazıları Allah yerine ikame ederler. Allah’ın ilim, irade, kudret gibi sıfatlarından haber veren varlıkları “tabiatın eseri” olarak görürler.

“Biz her ümmet içinde ‘Allah’a ibadet edin, tağuttan sakının’ diye bir peygamber gönderdik” ayetinin bildirdiği gibi, peygamberlerin gönderiliş hikmeti, tek Allah’a ibadeti temin etmektir. (Nahl Suresi, 36)
Ayette geçen “tağut” kelimesi, tuğyandan türemiş olup, “Al­lah’­tan başka ibadet edilen batıl mabut” anlamındadır. Kendisine itaatte Allah’a isyan olan herşey, her insan “tağut” kavramına dâhildir.

Kur’an’ın bildirdiği gibi, bu batıl mabutlar,
-Hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmışlardır. Kendilerine zarar ve fayda vermeye güçleri yetmez. Ölüme, hayata ve tekrar diriltmeye malik değillerdir. (Furkan Suresi, 3)
-Kendilerine ibadet edenleri işitmez ve görmezler. (Meryem Suresi, 42)
-Onlara bir zarar veya bir fayda veremezler. (Enbiya Suresi, 66)
-İnsanlar gibi, onlar da birer abddirler. (A’raf Suresi, 194)
-Bunların mabut olduklarına dair hiçbir delil yoktur. (Hac Suresi, 71)

Kur’an’ın teşbihiyle, bu batıl mabutlardan bir fayda beklemek, “örümcek ağı” gibi en zayıf bir eve sığınmak gibidir. (Ankebut Suresi, 41) Böyle olmakla beraber, tarih boyunca insanlık âlemi bu “örümcek ağlarına” takılmaktan kurtulamamıştır.

Bu batıl mabutların başlıcaları şunlardır:
1-Şeytan
2-Nefs-i emmare (Heva)
3-Putlar
4-İnsanlar

1-Şeytan, bazılarının mabudu olmuştur. İbadetin itaat manasından hareketle, şeytanın dediğini yapan kimselerin ona ibadet ettiğini, yani ona kul ve köle olduklarını söyleyebiliriz. Ayrıca, bazı kişilerin doğrudan doğruya belli ibadet kalıpları içerisinde şeytana taptıkları, günümüzde de görülen bir durumdur.

2-Nefs-i emmare, nefsin terbiyeden geçmemiş şeklidir. Heva ise, nefsin kendiliğinden meylettiği arzusu, mücerret keyfidir. “Hevasını ilah edineni gördün mü?” ayeti hevanın batıl mabut oluşuna dikkat çeker. (Casiye Suresi, 23) Zira mabut emir verir ve emri yerine getirilir. İnsanın nefs-i emmaresi bazı şeyler emrediyor ve bu emirler aynen yerine getiriliyorsa, o nefsin ve nefsin hevasının batıl bir mabut haline geldiği ortadadır.

Üstteki ayet, Hüda’ya tabi olmayı bırakıp hevaya itaat edenin durumunu anlatır. Böyle bir insan “ilahını hevası ittihaz etmiş, hakkı düşünmeyip keyfi ne isterse onu mabut edinmiş, kendi zevkinin sefasına düşmüştür.” Bu kişi, dinini heva üzerine bina eder, artık hiçbir delili görmez ve kulak asmaz.

3-Putlar, tarih boyunca insanlığın önünden hiç eksik olmamıştır. Bunların bir kısmı insanlar tarafından yapılmıştır. Tah­tadan, taştan, gümüşten vb. şeylerden yapılan suretlilerine “sanem”, sureti olmayanlara ise “vesen” adı verilir. İlkel ka­bile dinlerindeki totemlerden, günümüzün sözde medenilerinin önündeki “modern putlara” varıncaya kadar putperestliğin değişik tezahürlerini görmek mümkündür.
İnsanların büyük bir ekseriyeti Allah’ın varlığını kabulle be­raber, genelde O’nun sıfatlarında ihtilafa düşerler. “Biz bun­lara, ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” diyen cahiliye Arab’ı, aslında Allah’ı kabul etmektedir. (Zümer Suresi, 3) Fakat onun itikadında, Allah çok ötelerde olduğundan ona bir sembol lazımdır. İşte putlar bu sembol olmuş, tarih boyunca nice insan putlara tapmaktan kurtulamamıştır. İneği kutsal kabul eden bir Hindu, Buda heykeli karşısında secdeye varan bir Budist, herhalde bunlarda ilahi bir sembol görmekte, o şekilde bunlara ibadet etmektedir.

Pek çok insan, Allah’ı bir mahlûk olarak tasavvur eder, he­men karşısında görüvermek ister. “Ey Musa! Allah’ı açıktan görmedikçe sana inanmayacağız” diyen Hz. Musa’nın kavmi buna güzel bir misaldir. (Bakara Suresi, 55)

Hamdi Yazır üstteki ayetle ilgili şu orijinal yorumları yapar:

“Böyle duyularıyla muhatap olduklarından başka birşey tanımayan, gözlerine batmayan şeye inanmayan, inanmak istemeyenler, asasız yürüyemeyen âmâlara benzerler. Mabutlarını da elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Nazarlarında manevi şeyler sadece akıllarıyla ulaştıkları; mücerret şeyler ise birer vehim kabul edilir. Tapmak için mücessem şeyler ararlar. Bulamazlarsa yaparlar, ona taparlar, ondan imdat ararlar. Çünkü insanlarda ibâdet fıtrî bir kanundur, bundan kurtulamazlar. Fakat gerçek mabudu göremeyince, kalplerinden, akıllarından kuvvet alamayınca, gözlerinin tuttuğu, ellerinin eriştiği bir şeyden kuvvet dilenirler. Hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altında buzağı ararlar...”

Hamdi Yazır’ın “hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altında buzağı ararlar” sözü, birçok telmihler ihtiva eder. Şöyle ki:

Hz. Musa zamanındaki Mısırlılar, günümüz Hinduları gibi öküze kutsallık vermiş bir kavimdi. Uzun yıllar Mısır’da esir kalan Hz. Musa’nın kavmi de bu batıl inançtan etkilenmişti. Öyle ki, hak dine girdikten sonra bile bu inancın etkisinden kurtulamamışlardı. Hz. Musa Tur’a gittiğinde, Samiri isimli birisi ziynet eşyalarından bir buzağı yaparak “İşte sizin ve Musa’nın ilahı!” diye ilan ettiğinde Musa’nın kavmi buzağıya tapmakta tereddüt etmemişti. (Taha Suresi, 83-97)

Keza, Bakara Suresi’nde anlatılan olayda, Cenab-ı Hak İs­ra­iloğullarına bir sığırı kesmelerini emretmesinde, sığır­pe­rest­liğin kaldırılması mesajı vardır. (Bakara Suresi, 67-74) Yani, öküz tapınılacak bir mabut değil, Hak Mabut olan Allah’tan insanlara, isterlerse kesip yiyebilecekleri bir nimettir.

Puta tapmanın bu tarihi manzaraları yanında, “çağdaş!” görüntüleri de vardır:

Anlatılır ki, Güney Afrikalı bir profesör, bazı araştırmalar için Hindistan’a gelir. Hintli meslektaşıyla trenle giderlerken, tren istasyon dışında bir yerde durur. Bekleyiş uzayınca Güney Afrikalı sebebini sorar.

Hintli meslektaşı “Sebebini bilmiyorum ama gidip bir sorayım” der. Döndüğünde “Merak edecek bir şey yok. Tren yoluna bir inek uzanmış, kalkınca yola devam edilecek.” der
Bunun üzerine Güney Afrikalı Profesör “Hayret, 20. y.y.da hala ineğe tapılabiliyor!” deyince Hintli Profesör sorar:

“Peki, sizde hiç böyle şeyler yok mu?”

Güney Afrikalı biraz düşününce beyninde şimşekler çakar ve ürpererek şu cevabı verir:

“Haklısın dostum, bizde de var. Hatta bizim durum sizden de kötü. Sizin inek birazdan kalkar ama bizde öyle inekler var ki, yıllar geçse bile yine yerlerinden kalkmazlar.”

4-Şahısların putlaştırılması iki şekilde olur:
1-Despot insanların başkalarını kendilerine kul-köle yapmaları.
2-Önder insanların zamanla mabut kabul edilmesi.
Birincinin en tipik misalini Firavun’da görebiliriz.
“(Firavun) kavmini istihfaf etti, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fasık bir kavim idi” ayetinin bildirdiği gibi, Firavun kavmini hafife alır, onların idrakleriyle oynar. (Zuhruf Suresi 54) “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diyerek kendisine mutlak itaate sevk eder. (Naziat Suresi, 24)

Önder insanların zamanla putlaştırılmasının en bariz örneğini Hıristiyanların Hz. İsa’ya bakışlarında görmek mümkündür. Allah’ın bir kulu ve resulü olan Hz. İsa, zamanla bazılarınca ulûhiyetin bir rüknü olarak görülmeye başlamış, mabudiyetten kendisine hisse verilmiştir. Hâlbuki Allah’tan başka hiçbir şey ibadet edilmeye layık değildir. Bir taş mabut olmaktan uzak olduğu gibi, en büyük bir insan da yine mabu­di­yetten uzaktır. Zira her varlık Allah’ın mahlûkudur.
Şeytan namazda vesvese verdirir

Namaza yeni başlayan birisi, bir din âlimine sorar: “Hocam, eskiden namaz kılmazken şeytan benimle uğraşmazdı, ama namaz kılmaya başladıktan sonra bana sürekli vesvese veriyor, acaba nedendir?”

Din âlimi şöyle cevap verir: “‘Meyveli ağaç taşlanır’ derler. Eskiden meyven olmadığı için şeytan seninle fazla uğraşmamış, ama şimdi meyveli ağaç gibisin, meyvelerini düşürmeye çalışıyor. Nitekim deniz korsanları, hazine taşıyan gemilere saldırırlar, hırsızlar zengin evleri kollarlar.”

Namaz kılan hemen herkes, namaz esnasında şeytanın vesvese vermesinden şikâyetçidir. Namaz kılmak müspet bir eylemdir, namaz kılmamak ise eylemsizlik. Şeytan, insanların müspet işler yapmalarından rahatsız olduğundan bilhassa namaz gibi ibadetlerde insanlarla çok uğraşır. Elinden gelse namaz kıldırmamak ister. Bunu yapamayınca namazın kalitesini düşürmeye çalışır. Ya vaktinde kıldırmaz veya namaz esnasında o kimsenin hayaline lüzumsuz şeyler getirir.

Peygamber Efendimiz şöyle bildirir:
“Namaz için ezan okunduğu zaman, şeytan ezanı duymamak için arkasını dönüp yellenerek kaçar. Ezan bitince tekrar geri gelir. Namaz için kamet edilince yine arkasını dönüp kaçar. Kamet bittiğinde yine gelir ve kişi ile nefsi arasına sokulur ve ona: ‘Filân şeyi hatırla, filân şeyi hatırla’ diyerek namaz­dan önce aklında olmayan şeyleri hatırlatır da, neticede insan kaç rekât namaz kıldığını bilemez olur.” (Buhari, Bed’ü’l-Halk, 11)

Bazıları şeytanın vesvesesi sonucu, tam bir cehaletle, tembellik döşeğinde, gaflet uykusunda “Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.” şeklinde bir düşünce içinde olabilirler. Mesela yeni büluğa ermiş biri, şeytanî bir vesveseyle “yetmiş yıl ya­şasam elli beş sene namaz kılmam gerekecek. Bu ise kılmakla bitmez” diyebilir. Hâlbuki bu insan her gün sadece beş defa namaz kılacaktır. Hatta namazı eda ettiğinde diğer vakit girinceye kadar hiçbir namazla mükellef değildir.

Evlenecek bir bayan, ömür boyu yıkayacağı tabakları birden bir dağ gibi karşısında görse, herhalde evlilikten vazgeçer. Hâlbuki her gün sadece üç-beş tabak yıkayacaktır.

Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“…Namazı kıl. Şüphesiz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut Suresi, 45)

Bu ayeti okuyan bazı kimselerin hatırına şöyle bir vesvese gelebilir:

“Bazı insanlar var, namaz kılıyorlar ama hayâsızlıktan ve kötülükten de pek kurtulamamışlar. Bu durumda ayeti nasıl anlamak gerekir?”

Namaz kılan kimse hayâsızlıktan ve kötülükten uzak kalamamışsa, kıldığı namazda problem var demektir. Hakkı verilerek kılınan bir namaz gerçekten hayâsızlıktan ve kötülükten insanı korur.

Bununla beraber şu nokta da önemlidir:
Acaba hayâsızlık ve kötülük, namaz kılanlar arasında mı yaygın, yoksa kılmayanlar arasında mı?

Bu durum insafla araştırıldığında namaz kılan kimselerin kılmayanlara nispetle hayâsızlıktan ve kötülükten daha uzak oldukları görülecektir. Mesela içki içmek veya zina gibi günahlar namaz kılanlar arasında çok az görülür, kılmayanlar arasında ise son derece yaygındır.
Şeytan esnetir

Esnemek gevşekliğin ve tembelliğin göstergesidir. Peygamber Efendimiz “Esnemek şeytandandır” buyurur. (Müslim, Zühd, 56)

Buna rağmen insan uykusuzluk ve yorgunluk gibi sebeplerle esneyebilir. Böyle hallerde bunu engellemeye çalışması uygun olur. Üstteki hadisin devamında Peygamberimiz şöyle der: “Binaenaleyh sizden herhangi biriniz esneyeceği zaman gücü yettiği kadar onu tutsun.”

Peygamber Efendimiz bir başka hadislerinde şöyle der:

“Biriniz uyuduğu zaman şeytan onun ense köküne üç düğüm atar. Her bir düğümü attığı yere ‘Haydi sana uzun bir gece, yat uyu!’ diye vurur. Şayet o kimse gece uyanarak Allah’ı anarsa düğümlerden biri çözülür. Abdest alırsa bir düğüm daha çözülür. Bir de namaz kılarsa, şeytanın attığı bütün düğümler çözülür ve böylece neşeli ve huzurlu bir şekilde sa­bahlar. Eğer Allah’ı anmaz, abdest alıp namaz kılmazsa uyu­şuk ve tembel bir şekilde sabahlar.” (Buhari, Teheccüd, 12)

İnsanı tembelliğe sevk eden hallerden birisi, fazla yemektir. Tıka basa dolu bir mide, bütün vücudu kendiyle meşgul edeceğinden o kimsede ilim ve hikmete yer kalmaz. Konuşsa gevşek konuşur, dinlese esneyerek dinler, çalışsa verimli çalışamaz. Peygamber Efendimiz karnını tamamen doyurmaz ve şöyle buyururdu:

“Mü’min, karnını tamamen doyurmaz.” (Dârimî, Vesâyâ, 1)

Az yemek; insana tembellik, uyuşukluk ve ahmaklık veren fazla uykuyu giderir. Çok yiyenin gafleti artar. O yüzden Peygamberimiz az yeme hakkında ısrarlı tavsiyelerde bulunmuştur:

“Âdemoğlu, midesinden daha fena bir kap doldurmamıştır. Belini doğrultacak birkaç lokmacık ona yeter. Şayet birkaç lokma ile yetinmeyip mutlaka midesini dolduracaksa, hiç olmazsa onu üçe ayırsın: Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefesine.” (Tirmizî, Zühd, 47)
Şeytan secde ettirmemeye çalışır

Secde, namazın rükünlerinden biridir. Ayrıca, Kur’an’­da­ki bir secde ayetini okuyan veya dinleyen Müslüman’a secde yap­ması vacip olur.

Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar ve kendilerine Kur’an okunduğu zaman secde etmiyorlar?” (İnşikak Suresi, 20-21)

Kur’an-ı Kerîm’de on dört yerde secde âyeti bulunmaktadır. Bunlar şu ayetlerde yer alır:

A’raf, 206; Ra’d, 15; Nahl, 50; İsrâ, 109; Meryem, 58; Hac, 18; Furkân, 60; Neml, 25; Secde, 15; Sâd, 24; Fussilet, 37; Necm, 62; İnşikâk, 21 ve Alak, 19.

Şeytan, Hz. Âdem’e secde etmediği gibi, Âdemoğullarının Allah’a secde etmelerinden rahatsız olur. Peygamber Efendimiz bunu şöyle haber verir:

“Âdemoğlu secde ayetini okuyup secde edince, şeytan ağlar ve ‘Vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle emrolun­du ve hemen secde etti; ona cennet var. Ben de secde etmekle emrolundum, ama secde etmekten kaçındım, bana da cehennem var’ diyerek oradan kaçar.” (Müslim, İman, 35)

Allah’a secde etmeyen şeytan, insanların da secde etmelerine mani olmak ister. Öyle ki, Allah’a imanı olan bazı insanlara şöyle bir vesvese verir:

“Allah’ın senin secdene ne ihtiyacı var. Secde, Ona saygıyı göstermek içindir, sen zaten saygılı birisin. Senin kalbin temiz, bu sana yeter de artar bile…!”

Gerçekten de Allah’ın bizim secdemize de başka bir ibadetimize de ihtiyacı yoktur. Yaratanın yarattığı varlığa muhtaç olması elbette düşünülemez. Ama insanların ibadet ve secdeye ihtiyacı vardır. İnsan bu şekilde kula yakışır bir tavra girer, kibir, gurur gibi kötü hallerden kurtulur.

Aslında bütün varlık âlemi secde halindedir:

“Görmedin mi, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde eder…” (Hac Suresi, 18)

Ayette anlatılan secde, onların Hakka boyun eğmelerini, itaat etmelerini anlatır.

Secde, kulun Rabbine en yakın hâlidir. Kâinatı emrine veren Zatın huzurunda tükenmez bir varlığa kavuşmaktır.
Şeytan yanlış zaviyeden baktırır

Şeyh Sadi şöyle der:
“Tabiatında kusur görmek olan biri, tavus kuşuna da baksa onun çirkin ayaklarını görür.”

Tavus kuşu, en güzel görünüme sahip kuşlardan biri olmakla beraber, sadece ayağı canibinden bakılırsa çirkin bir kuş olarak görülebilir ve gösterilebilir. Ama bir bütün olarak nazar edilirse, muhteşem bir kuş olarak karşımızda arz-ı endam edecektir.

İslamiyet, tavus kuşu misali gayet güzel olmakla beraber, kölelik, bazı durumlarda iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk sayılması, dörde kadar evlilik izni bulunması gibi durumlar bazılarınca tenkit konusu yapılabilmektedir. As­lında bunların tamamının net açıklamaları da vardır. Ama gerek insî ve gerek cinnî şeytanlar özellikle bu meseleleri nazara vererek İslam dinini çirkin gösterme telaşı içerisindedirler. Hâlbuki gerek bu meseleler ve gerekse benzeri diğer meseleler, değil İslam için bir kusur olmak, aksine onun güzelliğini ve mükemmelliğini göstermektedir.

Öte yandan, bin kapısı olan bir sarayın 999 kapısı açık, biri kapalı olsa, o saraya girilemeyeceği iddia edilemez. Ama şeytan, devamlı surette kapalı olan bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Bu meselelerin bazı kimselerce açıklamasının bilinmemesi, mantıklı bir açıklaması yok anlamına gelmez. Ama şeytan ve yandaşları, devamlı böyle meselelere dikkat çekerek insanları İslam dini hakkında önce şüpheye, ardından inkâra sevk etmek isterler.

Mesela, Allah’a imanla alakalı binler, hatta sayısız delil varken, şeytan zayıf bir noktadan baktırır, inkâr ettirmeye çalışır.
Şeytan, “tarafsızlık” perdesi altında insanları dalalete sevk eder

İnsanlar eşya ve olaylar karşısında ya objektif veya sübjektif tavır sergilerler. Sübjektiflik ve objektiflik, diğer bir deyimle öznellik ve nesnellik birbirine karşıt kavramlardır. Objektiflik, eşya ve olayları olmasını özlediğimiz gibi değil, gerçekte oldukları gibi görüp kabullenmektir. Sübjektiflik ise, verilen hükmün, varılan sonucun kişinin şahsiyet yapısına, özlemlerine, değer yargılarına göre olması, bu ölçülere göre değerlendirilmesi ve eşyanın özellikleriyle ilgisi bulunmamasıdır.

Bu tarif açısından baktığımızda, “objektif olmak güzel, sübjektif olmak ise çirkindir” diyebiliriz. Ama şeytan, bir kısım insanları “objektiflik damarından” yakalar. Mesela, İslam’­a inanan, ama felsefi araştırmalar da yapan birine şöyle der:

“Sen İslam’ı bir bütün olarak kabul ettin, ya İslam dini gerçekte Allah’ın dini değilse? Niçin hiç şüpheyle bakmıyorsun? Bilimsel bakış şüpheyi gerekli kılar! Senin gibi aydın birisi böyle gözü kapalı hemen kabul etmemeli!”

Bu şeytanî vesveseye karşı şu gibi esasları bilmekte yarar vardır:
- Bedihi, yani son derece açık meselelerde şüphe etmek, bir aşırılıktır.
- Her şeye, hatta en bedihî şeylere bile şüpheyle bakmak nasıl bir aşırılıksa, şüpheye hiç yer vermemek de bir başka aşırılıktır. Özellikle, ilmi gerçeklerin ortaya çıkmasında metodik bir şüphenin özel bir önemi vardır. Böyle bir şüphe, insanı tahkike sevk eder, körü körüne kabulden kurtarır.
-Şüphe, gaye değil, gerçeği bulmak ve yakînî bilgiye ulaşmak için bir vasıta olmalıdır.
-Bazen tarafsız olmak, bertaraf olmayı netice verir. Bir insan kendi tapulu evi hakkında “Bu ev benim ama, aslında benim olmayabilir de” demez. Dediği zaman evinden olur. Onun gibi, inanmış olduğu meselelerde “Aslında böyle olmayabilir” ihtimaliyle aşırı şüpheye düşmek, kendisini zamanla “böyle değil” neticesine vardırabilir.
Şeytan taklide sevkeder

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine tabi olun!’ dendiği zaman, ‘Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa, ona tabi oluruz.’ derler. Ya şeytan onları cehennem azabına çağırıyorsa, yine onlara mı uyacaklar?” (Lokman Suresi, 21)

Taklit, delil olmaksızın bir sözü kabul etmektir. Başkasını körü körüne taklit edene “mukallit” denir. Bu tür taklit, mühim bir şahsiyet zaafıdır ve gerçeğe ulaşmaya büyük bir engeldir.

Taklit, başkasına benzemeye çalışmaktır. Genelde büyüklerin hal ve hareketleri taklit edilir. İyi yolda olanları taklit, iyi bir haslettir. Kötü yolda gidenleri taklit ise, büyük bir felaket...
Kur’an-ı Kerim, körü körüne taklidi şiddetle reddeder. Mesela, şu ayete bakalım:
“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı ne üzere bulduksa ona uyarız’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez kimselerse, yine mi onlara uyacaklar?” (Bakara Suresi, 170)
Hamdi Yazır ayetin yorumunda şöyle der:
“Uyma sebebi, eskilik -yenilik veya atalar yolu olup olma­mak değil, emr-i hakka mutabık, delil-i hakka muvafık ol­maktır. Hakkın emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Bilakis, Hakk’ın emrini tanımayan, ne yaptığını bilmeyen­lere, atalar dahi olsa yine uyulmaz.”

“Ey Rabbimiz, biz efendilerimize, büyüklerimize uyduk, onlar da bizi yoldan saptırdılar...” diyerek cehennemde feryat edenleri anlatan ayet ise, taklidin diğer âlemdeki akıbetini haber verir. (Ahzab Suresi, 67)

Esas olan, taklit değil, tahkiktir. Yani, inceleyip araştırarak bizzat gerçeğe ulaşmaktır.

Körü körüne taklit, dinen kınanmıştır.

Batıl atalar yolunu körü körüne izleyenleri kınayan ayetin devamında, Cenab-ı Hak şöyle bildirir:

“Kâfirlerin hali, çobanın sözünü anlamayan, ancak bağırıp çağırışını işiten hayvanlara benzer. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık akıl etmezler.” (Bakara Suresi, 171)

Beydavi’nin yorumuyla: “Taklit içinde olan kâfirler, zihinlerini kendilerine okunana vermezler. Onlara anlatılana dikkat etmezler. Bu durumda onlar, sesi duyup da manayı anlamayan hayvanlara benzerler.”

Mukallit insanlar, başlarında iyi bir çoban olursa rahat ederler. Yoksa kimliksiz, şahsiyetsiz bir hayat geçirmeye mahkûm olurlar. Kendi başlarına karar veremezler. Kendi akıllarını kullanamazlar.

Taklidi reddeden bir dinin mensupları arasında, körü körüne taklit hastalığının olmaması gerekir. Fakat her nasılsa, özellikle cehaletin hâkim olduğu çevrelerde, Müslümanlarda da bu tür taklit görülmektedir. “Ağam bilir.” “Şeyhim söylüyorsa doğrudur.” “Liderim söylemişse doğru demiştir.” şeklindeki yaklaşımlar, gerçeklerin örtülmesini netice verir. Zira İslam’da peygamber dışında hiçbir şahsın masumiyeti söz konusu değildir. Her insan yanılabilir ve hata edebilir. Gerçekten büyük olan zatlar, hiçbir zaman kendilerini hatalardan uzak görme ve gösterme cihetine gitmezler. Bir kusur işlediğinde veya farkına varmadan yanıldığı ortaya çıktığında, bunlar hemen tövbe ile hakka yönelirler. Yanlışta ısrar yanlışını yapmazlar.

Bu konuda, Bediüzzaman şu hatırlatmada bulunur:

“Hiçbir müfsid ‘Ben müfsidim’ demez, daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür Evet, kimse demez ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor.”
Şeytan yaldızlı sözler söyler

Şeytan, insanları aldatmak için yaldızlı sözler söyler. Kur’­an bunu şöyle bildirir:
“Biz böylece, her peygambere ins ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini aldatmak için yaldızlı sözlerle ves­vese verirler.

Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile başbaşa bırak.

Bir de ahirete iman etmeyenlerin kalpleri, o yaldızlı söze kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri suçları işlemeye devam etsinler diye böyle yaparlar.” (En’am Suresi, 112-113)

Peygamber insanları Allah’a davet ederken, ins ve cin şeytanları bir kısım yaldızlı sözlerle insanları o yol hakkında şüp­heye düşürüp dinden soğutmak isterler. Mesela, şöyle derler:
-İslam dini hak bir din ise Müslümanlar yüzyıllardır ekonomik yönden neden perişan haldeler?
-Falanca namaz kılıyor ama ahlakı bozuk. Demek ki din bunlara güzel ahlak vermiyor!
-İçki neden haram olsun ki? Üzümü Allah yaratmışsa, ondan yapılan şarabın da helal olması gerekmez mi?

Böyle yaldızlı sözler, nice insanın İslam dinine şüpheyle bakmasına neden olur ve onların İslam’dan yararlanmalarının önüne geçer. Hâlbuki tüm bu soruların çok net cevapları vardır. Ama bunlar bilinmeyince insanlar şeytanın vesveselerine aldanabilmektedirler.
Şeytan değer ölçülerini alt üst eder

Rahmanın ve şeytanın değer ölçüleri birbirine zıttır. Bundan dolayı şeytan değer ölçülerini alt üst etmek ister, harama helal, helale haram hükmü verir.

Mesela, Hak dine inanmak ve ona göre yaşamak insanın tabiatında vardır. Ama şeytan ve yandaşlarına göre “Din bir afyondur, insanları uyuşturur, miskinleştirir.”

İlahi bir hüküm olarak içki “Şeytanın amelinden bir pisliktir.” Ama şeytana göre içki hayatın bir parçasıdır. Hatta şeytana köle olanlar nezdinde içki “Medeniyetin bir lazımıdır. İçki içmeyen biri çağdaş olamaz.”

İlahi bir hüküm olarak rüşvet almak yasaktır, günahtır. Ama şeytana göre rüşvet almamak bir enayiliktir.

Bundan dolayı şu dua, ümmetin meşhur dualarından biri olmuştur:

“Allah’ım bize hakkı hak olarak göster, ona tabi olmakla rızıklandır.

Bâtılı da bâtıl olarak göster, ondan kaçınmakla rızıklan­dır.”
Şeytan insanların arasını açar

İnsan, çıkarına düşkün bir mahiyette yaratılmıştır. Bunun sonucu olarak, insanlar kendi aralarında “çıkar çatışması” yaşarlar.

Din, insandaki bu çıkarına düşkünlüğü terbiye ederek, onları birbirleri için fedakârlık yapan kimseler haline getirmeyi hedefler. Yüce Allah şöyle der:

“Mümin kullarıma söyle, en güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.” (İsra Suresi, 53)

Nesep yönünden aslında bütün insanlar birbirinin kardeşidir. Çünkü hepsi Hz. Âdem’in torunlarıdırlar. Ama şeytan bu akrabalığı unutturur, onları birbiriyle boğuşturur.

Mesela, ırkçılığı kötüler, bazılarına, “En üstün ırk sizsiniz, siz asil bir milletsiniz. Diğer milletler size hizmet etmeli” der, onları istilacı yapar.

Din, inananları kardeş olarak ilan etmesine rağmen, onlar arasında bölücü fikirler yayar, mümini mümine düşman yapar. Öyle ki, bu düşmanlık zaman zaman savaşa kadar uzanabilir. Veya aralarında meydana gelen küçük meseleleri öyle büyütür ki tarafların birbirlerine sevgi ve hürmetleri kalmaz.

Hatta aynı anne-babadan olan nesebi kardeşleri bile, mesela küçük bir miras meselesinde birbirlerine düşman hale getirebilir.
Şeytan korkutur

Şeytan, insanları korku damarından yakalayıp hayırlı işlerden alıkoymak ister. Bunun farklı tezahürleri olabilir. Kur’an ayetleri bu noktada da bizlerin ufkunu açmaktadır. Mesela:

1-”Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve çirkin işlere teşvik eder.” (Bakara Suresi, 268)

“Allah yolunda vermek”, dinde önemli bir esastır. Ama şey­tan buna engel olmaya çalışır, “Verirsen malın azalır. Hem niye vereceksin ki?” der.

Hâlbuki vermekle mal azalmaz. Her ne kadar azalsa da Al­lah onu bereketlendirir. Kuyunun suyu alındıkça yerine yenisi gelir, alınmazsa durgunlaşır ve kokuşur. Ağacın dalları budandıkça daha da kuvvetlenir, bol ürün verir.

2- “İki ordu karşılaştığında içinizden dönenler var ya; yap­tıkları bazı şeyler yüzünden şeytan onların ayaklarını kaydırmak istedi. Bununla beraber, Allah onları bağışladı. Şüphesiz Allah, Gafur’dur, Halîm’dir.” (Al-i İmran Suresi, 155)

Ayet Uhud Savaşı ile ilgilidir. Savaşın başında şeytanın vesvesesiyle iki kabile geri dönmek isterler.

Savaş meydanı, aynı zamanda şeytanla mücadele meydanıdır. Meydanda savaş olmadan önce, kalplerde bir savaş yaşanır. Şeytan, kalpteki “lümme-i şeytaniye” denilen merkezden yaptığı yayınlarla, ehl-i imanı korkutmaya, savaştan ürkütmeye çalışır. Zaman zaman da netice alır. Meydanda savaş devam ederken, kalpteki savaş da devam eder. Meydanda savaş biter, ama kalpteki savaş bütün şiddetiyle yine sürer.

3-“(Size o haberi getiren) ancak şeytandır, o sadece kendi dostlarını korkutabilir. Onlardan korkmayın, eğer mümin iseniz benden korkun.” (Al-i İmran Suresi, 175)

Bu ayet de Uhud Savaşı’yla alakalıdır. Müslümanlar Uhud’­­da bir mağlubiyet yaşarlar. Ebu Süfyan, Uhud’dan ordusuyla ayrılırken, Hz. Peygamber’e şöyle seslenir.

“Bedir’in intikamını aldık. Seneye Bedir’de buluşalım.”

Rasulullah, “İnşallah” der.

Belirlenen vakit geldiğinde, Ebu Süfyan ordusuyla yola çıkar. Fakat içine bir korku düşmüştür, geriye dönmek ister. Yolda Nuaym b. Mesud’la karşılaşırlar. Onu Medine’ye caydırıcı propaganda yapması için gönderir. Nuaym b. Mes’ud, Medine’ye gelir ve “Ebu Süfyan, karşısında dayanılmaz bir orduyla yola çıkmış, geliyor. Vallahi, bir tekiniz sağ kalmazsınız” der.

Rasulullah, bu tarz propaganda karşısında, sahabelere: “Ben tek başıma da olsa karşı çıkacağım” diyerek kararlılığını gösterir. Sahabelerle beraber Bedir’e gelir, sekiz gün orada kalır, alışveriş eder, dönerler. Bu sefere, Sevik Gazvesi denil­miş­tir.

Kur’an-ı Kerîm, şu ayetleriyle bu gazveye işaret eder:

“Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine ‘Düşmanlar sizin için toplandı, onlardan korkun’ dediklerinde, imanları ziyadeleşip şöyle dediler: ‘Hasbünallah ve ni’me’l-vekil’ (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir).

Böylece, Allah’tan bir nimet ve bir lutfa mazhar oldular. Kendilerine hiç bir keder dokunmadı. Allah’ın rızasına uydular. Allah çok büyük lütuf sahibidir.” (Al-i İmran Suresi, 173-174)
Şeytan, insana kusurunu itiraf ettirmez

Şeytan ilahi emre karşı geldiğinde bunun sebebi sorulunca, “Hata yaptım, affet” demek yerine isyanını savunmaya çalıştı. Demek ki, kusurunu itiraf etmemek şeytani bir haslet, kusurunu kabullenip af dilemek ise çok güzel bir meziyettir. Kusuru kusur olarak gören o kamburdan kurtulmaya çalışır, ama kusurunu itiraf etmeyen biri, ondan kurtulamaz.

Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah bizi defalarca tövbe ve istiğfara çağırır. Hatta Peygamber Efendimize şöyle emreder:

“Hem kendi günahın için, hem de mümin erkekler ve mümin kadınlar için Allah’a istiğfar et. Allah, sizin gezip dolaştığınız yeri de, duracağınız yeri de bilir.” (Muhammed Suresi, 19)

Peygamber Efendimiz kendileri istiğfara devam etmiş, ümmetini de teşvik etmiştir. (Buhârî, Daavât 3)

Peygamber Efendimiz: “Vallahi ben Allah’a günde yetmiş defadan çok istiğfar ediyorum” der. Başka bazı hadislerde Hz. Peygamber’in günde yüz defa istiğfar ettiği belirtilir. (Müslim, Zikr, 41; Ebû Dâvud, Vitr, 26)

Hz. Ebû Hüreyre şöyle der:

“Peygamberden daha çok istiğfar edeni görmedim.”

Aslında peygamberler masumdurlar. Peygamber Efendimizin günde en az yetmiş kez istiğfar etmesi, günahından dolayı olmayıp ümmetine hüsn-ü misal olması içindir.

Bir de, yapılan her işin bir “ideal şekli” vardır. İnsan -velev güzel şeyler de yapsa- bu ideal şekli yakalayamama endişesiyle istiğfar eder ve etmelidir. Peygamber Efendimizin istiğfarına bu açıdan da bakılabilir.
Şeytan yüzüstü bırakır

Şeytan, insanları harekete geçirir, ama onları yarı yolda bırakır, hem de yüzüstü bir şekilde…

Kur’an’da bunun bir örneğini Bedir Savaşı anlatılırken görürüz. Şöyle ki:

İnsanları saptırmak için her türlü fırsatı değerlendiren şeytan, Bedir Savaşı’nda da iş başındadır:

“O zaman şeytan, onların (Mekke müşriklerinin) yaptıklarını allayıp, pullayıp şöyle demişti: ‘Bugün, insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Ben de size muhakkak yardımcıyım.’ Fakat iki ordu karşı karşıya görününce, arkasını dönüp kaçarak dedi: ‘Ben kesinlikle sizden uzağım. Çünkü ben, sizin göremeyeceğiniz şeyleri (melekleri) görüyorum. Ben Allah’tan korkarım. Allah’ın azabı çok şiddetlidir.’“ (Enfal Suresi, 48)

Ayetlerin açıklaması olarak, “Şeytan, Bedir Savaşı öncesi Süraka b. Malik şeklinde görülerek, Mekkelileri savaşa teşvik etti” şeklinde bazı rivayetler vardır. Bu, adı geçen şahsın şeytandan aldığı ilhamla bunları söylemesi anlamında olabilir.

Ayrıca, şeytanın böyle vesvese vermesi için illa bir şahıs suretinde görülmesi lazım gelmediği unutulmamalıdır. Dolayısıyla Mekke müşriklerini aldatmasını, diğer insanları aldatması şeklinde değerlendirebiliriz. Şeytan, müşrikleri havalandırmış, gururlandırmış, melekler ordusunu görünce de, korkup kaçmıştır. Şeytanın bir katile adam öldürtmesi, bir hırsıza mal çaldırmasıyla, Bedir Savaşı öncesi müşriklere “Bugün kimse sizi yenemez...” şeklinde onları gurura sevk etmesi arasında herhangi bir fark söz konusu değildir.

Şeytanın insanı yüz üstü bırakması konusunda Kur’ân-ı Kerim şöyle der:

“Tıpkı şeytanın meseli gibi ki, hani insana ‘küfret’ dedi de, o insan küfredince ‘Ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbı olan Allah’tan korkarım’ dedi.” (Haşr Suresi, 16)

Ayet, iniş sebebi itibariyle Medine münafıklarının Beni Nadir Yahudilerini savaşa teşvikleriyle alakalıdır. “Yemin ederiz, eğer siz çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin hakkınızda asla kimseye itaat etmeyiz. Şayet sizinle savaşılırsa, muhakkak size yardım ederiz” demişler, fakat savaş patlak verince onları yüzüstü bırakıvermişlerdir. (Haşr Suresi, 11-12)

İşte şeytanın hali de böyledir. İnsanı kötülüğe teşvik eder. Bunu yaparken de insanın hayrını istiyormuş gibi davranır. Fakat o insanı küfre atınca, artık ondan teberri eder, yüz çevirir.

Çoğu âlime göre bu teberri kıyamet gününde olacaktır. Za­hire uygun olan da budur.

Bazı âlimler ise, şeytanı İblis, ayette bildirilen insanı ise, Ebu Cehil olarak açıklamışlardır. Ebu Cehl’in, şeytanın aldat­ma­sına kurban gidenlerden olduğunda tereddüt yoksa da, ayette bu hususi manaya kesin bir delalet olmadığı aşikârdır.

Esasen din bir imtihandır. Elmas gibi ulvi ruhlarla, kömür gibi süfli ruhların birbirinden ayrılması gerekir. Bu ayrışma ameliyesi için şeytan ve ekibine görev düşmektedir.
Şeytan içki ve kumara teşvik eder

“İçki, kumar, putlar, fal okları şeytanın amelinden bir pisliktir. Bundan kaçının ki kurtulasınız. Şüphesiz şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Maide Suresi, 90-91)

İçki ve kumar, ilk devirlerden beri hemen her toplumda görülen muzır birer illettir. Günümüzde ise, adeta çılgınlık boyutlarına varmıştır. Vatandaşlarını zararlı şeylerden koruması gereken devletler bile -tabir yerindeyse- şeytana kanmış, devlet eliyle içki fabrikaları açılmış ve kumara izin verilmiştir. Hâlbuki uyuşturucuyla mücadele eden devlet, bu ikisiyle de mücadele etmesi gerekir.

Ayette içki ve kumarın bazı zararlarına şöyle dikkat çekilmiştir:
1- İçki ve kumar, insanlar arasında kin ve düşmanlık meydana getirir.
2- İçki ve kumar, Allah’ı anmaktan alıkor.
3- İçki ve kumar, namaz gibi ibadetlere engel olur.

Sarhoş insan, problemli insandır. Aklî melekeleri iyi çalışmaz. İnsanlarla geçimi iyi değildir. Mutlu bir aile hayatı yaşayamaz.

Mealde “kumar” şeklinde ifade edilen kelime, ayette “mey­­­sir” olarak geçer. Bu kelime, başta kumar olmak üzere “mil­li piyango, toto, loto…” gibi bütün kolaydan kazanılan haram kazançları içine alır. İslam’da esas olan çalışmaktır. Bunlar gibi kolaydan kazanılan şeylerde ise, bazılarının sırtından başkalarını zengin yapmak esası vardır.

Kumar oynayan kimse daima streslidir. Başkalarının kaybetmesini esas alarak yaşadığından, bencildir. Kumarda kazandığında bile zarardadır. Çünkü haysiyet, şeref, güzel ahlak gibi nice değerlerini, kazanırken kaybetmektedir.

İçki ve kumarla beraber ayette yasaklanan iki şey daha vardır: Putlar ve fal okları.

Her çeşidiyle putlar, günümüzde de devam etmektedir.

Fal oklarının yasaklanması, aslında her türlü falın yasaklanmasıdır. Cahiliye döneminde Araplar okları kur’a şeklinde çeker ve bunlardan gelecekle alakalı işaretler çıkarmaya çalışırlardı. Yolculuk, ticâret, evlenme gibi önemli işleri yapmak isteyen kimse, sonucun hayırlı olup olmayacağını anlamak için şans oku çekerdi. Şans okları, Kureyş’in en büyük putu olan Hübel’in bekçisinin elindeki torbada bulunurdu. Şans oku çektirmek isteyen, Hübel’in önüne gelir, bekçiye bir ücret verir, bekçi de torbasından bir ok çekerdi.

Çekilen bu oklara göre hareket edilir; mesela “Rabbim bana emretti” oku çıkarsa o iş yapılır, “Rabbim beni menetti” oku çıkarsa ondan vazgeçilirdi.
Şeytan unutturur

Unutmak, insana arız olabilen zaaflardandır. Unutmanın en kötüsü ise, Allah’ı ve ahireti hatıra getirmemek, dünyaya gönderiliş gayesine aykırı işler yapmaktır. Bu ise, kelimenin tam anlamıyla bir gaflettir.

Bazı insanlar iman etmedikleri halde kendilerini müminmiş gibi gösterirler. Cenab-ı Hak bu münafıklarla alakalı şunu haber verir:

“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. Onlar, şeytanın hizbidir. İyi bilin ki şeytanın hizbinde olanlar tam bir hüsrandadır.” (Mücadele Suresi, 19)

Nefsin önemli zaaflarından birisi unutmaktır. İlk insan Hz. Adem’e “yasak ağaca yaklaşmaması” emredilmiş, fakat o, bu emri unutarak yaklaşmış ve ağacın meyvesinden yemiştir.

Âdem’in bu tabiatı bütün evladında da aynen vardır. Yani insan unutkan bir varlıktır.

Faraza, dün ne yediğini unutur, arkadaşına verdiği sözü unutur, randevusunu unutur…

Fakat bütün bu unutma türleri içerisinde en dehşetlisi insanın Allah’ı unutması, O’na verdiği sözü unutması, Allah’ın emir ve yasaklarını unutmasıdır. Böyle bir unutkanlık tam bir gaflet halidir. Böyle gafiller hakkında Allah şöyle buyurur:

“O kimseler gibi olmayın ki, onlar Allah’ı unuttular, Allah da ceza olarak nefislerini onlara unutturdu.” (Haşr Suresi, 19)

Artık onlar nefislerine dönüp bakmazlar, hep afakla meşgul olurlar. Mesela kendi ayıplarını hiç görmezler, ama başkalarının ayıpları gözlerinden hiç kaçmaz. Kendilerini kusurdan pak ve münezzeh zannederler. Bir gün gelip öleceklerini hiç hatıra getirmezler. Ebedi dünyada kalacakmış gibi uzun emellere, tatlı hülyalara dalarlar.

“Çoklukla gururlanmak sizleri oyalayıp durdu. Sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.” ayeti, bir yönüyle böyle insanların halini dile getirmektedir. (Tekasür Suresi, 1-2) “Benim malım, benim servetim, benim makamım” derken birden hayat bitivermiş, bu gafil insanlar kendilerini kabir çukurunda buluvermiştir.

Demek ki Allah’ı unutmanın cezası nefsi unutmaktır. Nefsini unutan kişi ise ona yönelemez, terbiyesi ile meşgul olamaz.
Şeytan hedefine adım adım gider

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın! Her kim şeytan adımlarına uyarsa, şüphe yok ki o şeytan çirkin ve merdud şeyler emreder...” (Nur Suresi, 21; Bakara Suresi, 168, 208; En’am Suresi, 142)

Ayette şeytan yoluna sülûk, birisini adım adım izlemekle istiare edilmiştir. Şeytan, adım adım hedefine varmaya çalışır. Onun adımlarını izleyenler ona kul ve köle olmaktan kurtulamazlar. Üstteki ayette ve Bakara 169. ayette “o şeytan çir­kin ve merdud şeyleri emreder” denilmiştir. “Emreder” ifade­si şeytanın sözüne uyanların ona memur olduklarına bir işaret­tir.

Şeytanın her şahısla alakalı bir “yol haritası” vardır. Şeytan, kime nerden ve nasıl yaklaşılacağını gayet iyi bilir. Mesela, günde beş vakit namazını kılan birine tutup da “artık yeter, bundan sonra namaz kılma!” demez. Bunun yerine, mesela önce sabah namazını evde kılmaya ikna eder, “Hava soğuk, sağlığı korumak da bir görev. Bugün evde kılıver” der. Bir başka merhalede tüm namazlarını evde kıldırtmaya çalışır. Bir başka adımda artık sabah namazına uyanamaz hale getirir. Yapabilirse daha ilerisinde namazı bütün bütün terk ettirir.

Şeytan bir insana, “haydi rakı iç!” diye telkinle işe başlamaz. Önce ona bira gibi hafif alkollü bir içki içirtir. Ardından diğerlerini merak ettirir, öyle ki “bak hepsini denedin, bir de şu “‘cin’in tadına bak” der, muhatabını cin çarpmışa çevirir.

Hayatın baharını yaşayan ve az çok haramı bilen genç kız ve erkeğe hemen birden gayr-i meşru beraberlik telkini vermez. Önce gayet masumane ve temiz bir beraberlik başlatır. Zamanın akışı içinde onları evlilik dışı beraberliğe kadar sevk etmek ister.
Şeytan peygamberlerle de uğraşır

Hz. Âdem ilk insan ve ilk peygamberdi, daha önce anlatıldığı gibi şeytan onunla uğraştı. Onunla uğraştığı gibi, diğer peygamberlerle de uğraştı.

Mesela, Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’e bakalım. Kur’­an’­da Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail’i kurban etme olayı anlatılır.

“Oğlu, yanında koşacak yaşa gelince: ‘Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?’ dedi. Çocuk da: ‘Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın’ dedi.” (Saffat Suresi, 102)

Peygamberlerin rüyası vahiydir. Böyle olduğundan Hz. İbrahim rüyayı oğluna anlattı. Oğlu İsmail tam bir teslimiyetle hükme boyun eğdi. Aslında murad-ı İlahi baba oğlun imtihan edilmeleri ve bu şekilde insanlığa kurban ibadetini bildirmekti.

Şeytan, hem Hz. Hacer’e, hem Hz. İbrahim’e, hem de Hz. İsmail’e vesvese verdi, ama hepsi de şeytana iltifat etmediler. Şöyle ki:

Şeytan Hz. Hacer’e “Biliyor musun, kocan İsmail’i kurban edecek” dedi, Hz. Hacer şeytanı dinlemedi. Hz. İbrahim’e ise, “İnsan rüya ile amel mi eder?” dedi. Hz. İsmail’e de üç ayrı yerde “Baban seni kesecek!” şeklinde vesvese verdi, hepsi de şeytanı dinlemeyip onu taşladılar.

Bugün hacda Mi­na’­da şeytan taşlanan yerler, Hz. İsmail’in şeytanı kovup taşladığı, Hakkın emrine itaat edip seve seve kurban edilmeye razı olduğu makamlardır.

Konunun başka bir örneğini Hz. İsa’da görürüz. Şöyle ki:
Bir zaman şeytan, Hz. İsa’ya itiraz edip demiş ki:
“Madem ecel ve herşey Allah’ın kaderi iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”
Hz. İsa demiş ki:
“Cenâb-ı Hakk kulunu imtihan eder der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin?’ Fa­kat kulun hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakk’ı tecrü­be etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’”
Şeytan âlimleri de aldatır

İlim, insanı yükselten değerlerdendir. Ama amel olmadıktan sonra tek başına ilim yeterli olmaz. Bazı insanlar âlim seviyesine çıksa bile, ilmiyle yoldan çıkabilirler ve şeytana maskara olabilirler. Şu ayet, ilmiyle dalalete düşenlerin en adi bir seviyede olduklarını gayet müessir bir şekilde tasvir eder:

“Onlara o herifin kıssasını oku ki, ona ayetlerimizi sunmuştuk da, o onlardan sıyrıldı çıktı. Derken onu şeytan arkasına taktı da, sapkınlardan oldu. Eğer dileseydik biz onu o ayetlerle yükseltirdik. Lakin o, yere (süfli şeylere) saplandı ve hevasının ardına düştü. Artık onun meseli, o köpeğin meseline benzer ki, üzerine varsan dilini salar solur, bıraksan yine dilini salar, solur. İşte bu, ayetlerimizi yalanlayan kimselerin meselidir.” (A’raf Suresi, 175-176)

Ayet, ilminin hilafına amel eden kötü âlimi anlatmaktadır. Dalalete düşmesi cehilden değil, ilimdendir. Bilerek küfrü imana tercih etmektir.

Artık hiç dönmeyecek bir şekilde imandan ayrılması ayette “insılah” olarak ifade edilmiştir. Zira insılah, hayvanın derisinin soyulması anlamında kullanılır. Ayette “şeytana uydu” denilmeyip “Derken onu şeytan arkasına taktı” denilmesi de manidardır. Bu ifade, şeytanın onu avladığını anlatmaktadır.

Köpek, hayvanlar içinde en habis, kadri en düşük, en hasis nefse sahip bir hayvandır. Himmeti batnını aşmaz. Kuvvetli bir hırsa sahiptir. En aşağı şeylere de razı olur. Mesela kokuşmuş cife, ona taze etten daha hoş, pislik helvadan daha tatlı gelir. Bir leş bulsa yüz köpeğe yeteceği halde kimseyle pay­laşmaz, yaklaşana hırlar. İşte, böyle hasis bir hayvanın en nahoş bir hali dilini sarkıtıp solumasıdır. İlahî ayetlere muhatap olduğu halde, şeytanın peşinden gidenler böyle bir köpeğe benzetilmiştir.

Ayette hali tasvir edilen şahıs hakkında Beni İsrail bilginlerinden biri, Ümeyye b. Ebî Salt veya Bel’am b. Baura şeklinde farklı rivayetler vardır. Ümeyye b. Ebî Salt, semavî kitaplardan Allah’ın bir peygamber göndereceğini öğrenmişti. Ama kendisinin peygamber olarak gönderileceğini umuyordu. Hz. Peygamber gönderilince, hasedinden onu inkâr eder. Hz. Peygamber onun hakkında, “Şiiri iman etmiş, fakat kalbi kâfir” demiştir.

Bel’am ise, kendisinde bazı İlahî kitapların bilgisi olan biridir. Fakat Hamdi Yazır’ın da dikkat çektiği gibi, anlatılan bu kıssadan maksat şahsın tarifi değil, halini tefhim ve temsildir. Her devirde, ayetin tasvir ettiği tipleri görmek mümkündür.
Şeytan bazı doğrulardan yola çıkıp yanlış sonuçlara vardırır

Şeytanın önemli bir hilesi, bazı doğrulardan yola çıkarak yanlış çıkarımlarda bulunmasıdır. Hilesini tümüyle yanlışlar üzerine kursa, hemen fark edilebilir. Ama arada doğrulara da yer vermesi onu daha tehlikeli yapar.

Bunun ilk örneğini Hz. Âdem’e secde etmeme olayında görürüz. Şöyle ki:

“Allah buyurdu: ‘Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir?’

İblis dedi: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’” (A’raf Suresi, 12)

Şeytanın “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” demesinde biri doğru diğeri yanlış iki hüküm vardır. “Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” kısmı doğrudur. Ama bundan yola çıkarak, “Ben ondan hayırlıyım” demesi yanlış bir hükümdür.

Bazen insanın hatırına şeytandan şöyle bir vesvese gelebilir:
-Her şey kader ile belirlenmedi mi?
-Evet, kader ile belirlendi.
-Öyleyse sen kaderin mahkûmusun. Kaderin seni bu günahlara mahkûm etmiş!”

Hâlbuki her şeyin kader ile belirlenmesinden böyle bir sonuca varılmaz. Çünkü bize irade verilmesi de kaderdendir. Güneşi belli bir yörüngeye mahkûm eden ilahi kader proğ­ra­mı, bizi de çeşitli alternatiflerden birini seçmeye mahkûm etmiştir. “Seçmeye mecbur olmak, iradeyi ortadan kaldırmaz.” Veya şöyle de diyebiliriz: “İnsan, hür olmaya mecburdur.”

Şu iki ayette, şeytanın desisesiyle insanların nasıl yanlış sonuçlara varabildiklerini görürüz:
1-”Allah’a ortak koşanlar dediler ki: ‘Allah dileseydi, ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O’nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık.’” (Nahl Suresi, 35)

2- “Onlar, ‘Eğer Rahman olan Allah dileseydi, biz o meleklere tapmazdık.’ dediler. Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.” (Zuhruf Suresi, 20)

1. ayette demiş oldukları “Allah dileseydi, ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık ve O’nun emri dışında hiçbir şeyi haram kılmazdık” ifadeleri esas olarak doğrudur. Ama yanıldıkları nokta, Allah’ın onları bu konuda serbest bırakmış olduğudur.

2. ayette demiş oldukları “Eğer Rahman olan Allah dileseydi, biz o meleklere tapmazdık” ifadeleri de esasen doğrudur. Ama göz ardı ettikleri nokta, Allah’ın böyle meselelerde insanları kendi iradelerine bırakmasıdır. Yoksa imtihan olmazdı, ne iyilerin iyiliğinden, ne de kötülerin kötülüğünden söz edilemezdi. İnsan, mesela erkek veya kız olmakta hür değildir, ama iman etmekte veya küfrü seçmekte tamamen serbesttir.
Şeytan uçuruma sürükler

“De ki: Hiç biz Allah’ı bırakır da, bize ne fayda ne zarar veremeyecek nesnelere mi yalvarırız? Ve Allah bizi hidayetine kavuşturmuş iken gerisin geriye ardımıza mı döneriz? O kimse gibi ki, arzda şaşkın şaşkın dolaşırken kendini şeytanlar ayartıp uçuruma çekmekte. Beride ise arkadaşları var, ‘Bize gel’ diye onu doğru yola çağırıp duruyorlar...” (En’am Suresi, 71)

Ayet, şeytanın adımlarına uyup İslam yolundan sapan kimsenin halini tasvir etmektedir. Müslümanlar onu çağırıyorlar, fakat o, bunlara iltifat etmiyor. Arapların cahiliyedeki inancına göre, sahrada yol alırken insana cin veya hayalet görülüp “Burdan gel” diye onu yönlendirir, uçuruma sürüklermiş.

Temsili biraz açarak şöyle ifade edebiliriz: Sahrada yol alan bir kervan var. Kervandan biri ayrı kalıyor, yolunu kaybediyor. Nereye gideceğini bilemez durumda. Şaşkın şaşkın sağa sola bakınmakta, şuursuzca oraya buraya gitmekte. Arkadaşları bunu aramaya çıkıyorlar, uzaktan görüyorlar. Fakat o esnada, şeytanlar devreye giriyor, “Bu tarafa, bu tarafa gel” diye o şaşkını çağırıyorlar. Hâlbuki çağırdıkları yer uçurumdan başka birşey değil. Onların çağırdığı tarafa gitse, helak olacak. Arkadaşları onun bir helakete doğru gittiğini görüp olanca güçleriyle “Bize gel” diye doğru yola davet ediyorlar.

İşte, vücut sahrasında yol alan ve ebedi saadete namzet olan beşer kervanında yolunu kaybedenler var. Şeytanlar ve şeytan fikirli insanlar, bu şaşkın kimseleri cehennem çukuruna çekmek için her türlü aldatma yollarını deniyorlar. Hak yolun yolcuları ise, bu mütehayyir insanları kurtarmak istiyorlar, hidayete çağırıyorlar.
Şeytan ayetleri safsatası

“Şeytan ve cinler, kâhin ve medyumlara bir şeyler getirdikleri gibi, Hz. Peygamber’e de bir şeyler getirmişler midir? Yani, vahye herhangi bir müdahaleleri olmuş mudur?” meselesi eskiden beri, zaman zaman gündeme gelen bir meseledir. Vahyin ilk muhatabı olan Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber’e “kâhin, mecnun” iddialarında da, böyle bir yaklaşım söz konusudur. Yani, “zaman zaman bunları ona şeytan fısıldıyor” demektedirler.

Kur’an’ın şu ayeti, bu iddiada olanlara susturucu bir cevap niteliğindedir:

“Bu Kur’an’ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yakışmaz, ayrıca güçleri de yetmez. Onlar, vahyi işitmekten menedilmişlerdir.” (Şuara Suresi, 210-212)

Yani, böyle bir şey getirmek her şeyden önce şeytanların tabiatına aykırıdır. Tabiatında fesad ve saptırmak bulunan şeytanlar, elbette iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, insanlara hak yolu gösteren böyle bir eseri söyleyemezler. Hem sonra, farz-ı muhal olarak böyle bir şey yapmak isteseler bile, semadan meleklerle ve semavi mancınıklarla tardedi­lir­ler.

Şeytanların, Kur’an’ın vahyedilmesi esnasında dinlemekten menedilmelerinde şöyle bir incelik vardır:

Şayet şeytanlar onu dinleyebilselerdi, duyduklarını kâhinlere haber verirlerdi. Böylece “Muhammed’e gelen falan kâhine de geldi” denir ve vahye itimad sarsılırdı. Halbuki, “Gay­­bı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu elçiden başkasına bil­dir­mez. Onun önünden ve arkasından gözeticiler salar” ayetinin be­lirttiği gibi, gaybdan Hz. Peygamber’e gelen mesajın gönderilmesi esnasında koruyucu melekler nezaret etmişlerdir. (Cin Suresi, 26-27)

Meleklerin nezaret etmesinin bir hikmeti de, şeytanın Hz. Peygamber’e melek suretinde görülmeye çalışmaması içindir.

İlâhî vahye şüphe vermek isteyen insî şeytanların, kendi şeytanlarından aldıkları “vahiyle”, zaman zaman gündeme getirdikleri bir mesele, “şeytan ayetleri” safsatası veya “Gara­nik olayı” dedikleri meseledir.

Bu iddialarına, şu ayetten delil getirmeye çalışırlar:
“Senden evvel hiçbir rasul veya nebî göndermedik ki, bir­şey temennî ettiğinde şeytan onun bu temennisine bir ves­ve­se karıştırmış olmasın. Fakat Allah, şeytanın o vesvesesini giderir. Sonra da Allah, ayetlerini iyice sağlamlaştırır. Allah herşeyi bilen, herşeyi hikmetle yapandır.

Allah’ın buna müsaadesi, kalplerinde hastalık bulunan ve kalpleri katılaşmış olanlara şeytanın verdiği vesveseyi bir imtihan vesilesi yapmak içindir. Zalimler ise, gerçekten çok derin bir muhalefet içindedirler.

Bir de, kendilerine ilim verilmiş olanlar, Kur’an’ın Rabbin­den gelen hak bir kitap olduğunu bilsinler, ona iman etsinler ve kalplerinde ona karşı bir rahatlık meydana gelsin diye, Allah buna müsaade eder. Şüphesiz Allah, iman edenleri dosdoğru bir yola iletir.” (Hac Suresi, 52-54)

Müfessir Zemahşerî, bu ayetin açıklamasında şu rivayete yer verir:

Hz. Peygamber’in kavmi ondan yüz çevirmiş, en yakınları bile onun getirdiklerine sahip çıkmamış, muhalefet etmişti. Rasulullah ise, onların yüz çevirmelerinden sıkılıyor, onların İslam’a girmelerini şiddetle arzu ediyordu. Bu yüzden, onların İslam’a meyletmelerine ve inatlarından vazgeçmelerine sebep olur ümidiyle, kendisine onları uzaklaştıracak bir şeyin inmemesini temennî etmişti. Kavminin içinde olduğu bir gün, böyle bir temennî halinde iken, Necm Suresi kendisine indi. Okumaya başladı:

“Şimdi gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı ve üçüncüleri olan Menat’ı” (Necm Suresi, 19-20) ayetine geldiği vakit şeytan gönülden geçirmesine (üm­­niye) müdahale etti, vesvese verdi. Lisanı yanlışlıkla “İşte bunlar ulu ‘Garaniklerdir’ (kuğulardır). Onların şefaatleri ümit edilir” dedi. Rasulullah, böyle söylediğinin farkında değildi. Hemen ismet sıfatı yetişti ve farkına vardı. (Hz. Cebrail’in uyardığı da bir rivayet olarak nakledilmektedir). Veya bir başka rivayete göre, bu beyti şeytan söyledi. İnsanlar, bu beyti duydular. Surenin sonunda Hz. Peygamber secde edince, orada bulunan müşrikler de gönül hoşluğuyla secdeye gittiler.

Din düşmanlarını “şeytan ayetleri” iddiasına sevk eden ve “Garanik” diye meşhur olan rivayet bundan ibaret.

Şimdi, bu rivayetin muhtevasını çeşitli yönlerden ele alalım:
1. İlâhî vahyi reddedenlerin, Kur’an’dan delil getirmeye çalışmaları açık bir çelişkidir.
2. Zemahşerî’nin bu rivayete yer vermesi, onu kabul ettiğini göstermez. Sırf bir haber olarak nakletmesi mümkündür.
3. Bu rivayet, ekser müfessirlerce sahih bulunmamış ve reddedilmiştir.
4. Necm suresinin okunması ve sonunda Müslümanlarla birlikte müşriklerin de secde ettiklerine dair haberler sahih hadis mecmualarına girdiği halde, garanik olayına ait olan cümle, bu haberlerde mevcut değildir.
Meselâ, Buharî’nin Sahih’inde, İbn-i Mes’ud’dan rivayetle şöyle anlatılmaktadır:
“Kendisinde secde ayeti indirilen ilk sure, Necm Suresi’dir. Bu sure nazil olduğunda, Rasulullah secdeye vardı. Orada bulunanlar da secde ettiler. Ancak bir adamın, yerden bir avuç toprak alıp ona secde ettiğini gördüm.” (Buharî, Tefsir, 53/4)
5. Zemahşerî’nin naklettiği rivayetlerden birinde, bu sözün şeytan tarafından söylendiği belirtilmiştir. Farz-ı muhal olarak garanik olayı diye birşey olsa bile bu, Hz. Peygamber’in Kur’an okuyuşunu sabote etme tarzında bir müdahaledir. Nitekim günümüzde bir hatip konuşurken muarızları başka sloganlar atabilmektedirler.
6. Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-Büldan’ında Uzza’yı anlatırken, garanikten bahseden şiire yer verip, müşriklerin bu şiiri Kâbe’yi tavaf ederken söylediklerini belirtir. Öyleyse bu ifade, esas itibariyle Hz. Peygamber’e değil, müşriklere bir şeytanî ilkadan ibarettir.
7. Böyle bir kıssanın batıl olduğuna, surenin başı açık bir şekilde delalet eder:
“Peygamber, kendi arzusundan konuşmaz. Ancak kendine vahyedileni söyler.” (Necm Suresi, 3-4)
Serdedilen mütalaalardan anlaşıldığı üzere “Garanik olayı” diye meşhur edilmeye çalışılan rivayetin, hiç bir cihetle, vahye şeytanın müdahalesi olduğuna delâleti yoktur. Ancak, din bir imtihandır. Ayette de, bunun bir fitne olduğu belirtilmiştir. (Hac Suresi, 53) Fitne ise, kelime olarak altın, gümüş gibi madenlerin sahte olup olmadıklarını belirlemek için, onları ateşe tutmayı ifade eder. Bu deney neticesinde, Ebu Bekir gibi elmas ruhlu olanlar, Ebu Cehil gibi kömür ruhlu olanlardan ayrılır.
Küfrü hayal etmek küfür müdür?

Şeytanın en önemli ve en tehlikeli vesvesesi imani konularda olur. Bunu da daha çok hayal ile gerçeği birbirine karıştırmakla yapar.

Bir insan zaman zaman küfür ve şirki hayal edebilir. Mesela,
“Acaba birden fazla ilah olsa nasıl olurdu?”
“Ya ölümle her şey biterse, ahiret olmazsa?”
“Ya kader bizi bağlıyorsa…” gibi.
Ama bunları hayal etmek onları kabul etmek değildir.

İslam âlimleri, “küfrü hayal etmek küfür değildir” ölçüsünü koyarlar. İnsan hayalen yemek yediğinde doymadığı veya hayalen servet kazanmakla zengin olmadığı gibi, küfrü hayal etmekle de kâfir olmaz.

Çünkü nasıl ki aynada görülen pislik, pis değildir, aynadaki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin aynalarında kişinin rızası olmadan, istek dışı gelen pis, çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler.

Peygamber Efendimize şeytanın insana verdiği vesvese’den soruldu. Şöyle cevap verdi:
“İçinde bir şey bulunmayan bir eve hırsız girer mi? Bu, imanın ta kendisidir.” (Müslim, Îmân, 211)

Peygamber Efendimizin bu cevabı, vesveseye müptela olanları rahatlatan bir esası ortaya koyar. Demek ki kalbe gelen ve kalbin rahatsızlık duyduğu vesveseler, imana zarar vermediği gibi, aslında imanın bir isbatıdır. Çünkü vesveseye maruz olan kişinin kalbi, bu vesveselerden rahatsızdır, yani o vesveseleri kabul etmemektedir. Bu da, onda var olan imanı gösterir.
Şeytan dört yönden yaklaşır

Şeytan, Âdem’e secde etmeyince ilahi rahmetten uzaklaştırıldı. İnsan yüzünden böyle bir cezaya çarptırılınca, insanla uğraşmak, onu yoldan çıkarmak hususunda Allah’tan yetki istedi. Kendisine yetki verilince şeytan şöyle dedi:

“Öyleyse, beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onlar için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” (A’raf Suresi, 16-17)

Şeytanın bu ifadelerinden ilk anlaşılan, onun her türlü yolu deneyerek insanı Allah’a giden yoldan döndürmeye çalışmasıdır. Şeytan bu konuda hırslıdır ve kararlıdır. Ve Allah’a giden yolda şeytan en büyük engeldir.

“Şeytan, Âdemoğlu için İslam yolunda oturur ve: “Atalarının dinini terk mi edeceksin?” der! O da şeytana uymayıp Müslüman olur. Sonra hicret yolu üzerine oturur ve “Yurdunu terk edersen garip kalırsın” der. Mümin yine onu dinlemez ve hicret eder. Sonra cihad yolu üzerinde durur, o mümine “Savaşa gidersen öldürülürsün, malını paylaşırlar, hanımını başkası nikâh eder” der. O da bu son engeli de aşar ve yoluna devam eder.” (Nesai, Cihad, 19)

Fahreddin Razi, tefsirinde şunu nakleder:

Melekler şeytanın bu kararlığı karşısında insana acıdılar, “şeytan dört cihetten insanı kuşatmışken bu insan şeytandan nasıl kurtulabilir?” dediler.

Cenab-ı Hak onlara şöyle dedi:

“Alt ve üst olmak üzere iki cihet kaldı. Eğer insan hudu’ ile ellerini kaldırır benden isterse veya huşu’ ile başını secdeye vardırırsa, yetmiş senenin günahını ondan affederim.”

Şeytanın ön ve arka, sağ ve soldan gelmesi değişik şekillerde anlaşılmaya müsaiddir.

Mesela, insanın önünde kıyamet ve ahiret vardır, şeytan bunları inkâr ettirir. Arkasında dünya vardır, insanı dünyaya yönlendirir. Sağdan gelmesi hasenat, yani iyilikler yönüyledir, onu iyilik yapmaktan alıkoymaya çalışır.

Mesela bir insan sadaka vermeye niyetlendiğinde onu engellemeye çalışır, “aslında şu kadar kendi ihtiyaçların varken niye veriyorsun ki” der. Veya bir çeşit “ehvenüş- şer” prensibiyle hareket eder, büyük hayırlara engel olmak için onu küçük hayırlarla meşgul eder. İnsanın hayrını istiyormuş gibi yapıp, onun hayrına engel olur. Mesela, büyük hizmetler yapabilecek bir insanı kendi halinde bir hayata ikna eder, başkalarının ondan istifadesine engel olur.

Soldan gelmesi ise seyyiat, yani kötülükler yönüyledir. Kötülükleri güzel ve süslü gösterir, insanı günah lekeleriyle manen kirli hale getirmek ister.

Bir başka açıdan bu dört cihet, şu şekilde de anlaşılabilir: Ön cihet hayal, arka cihet vehim kuvveti, sağ cihet şehvet, sol cihet gadaptır.

Şeytan, insandaki hayali batıl şeylerle meşgul eder. Bilindiği gibi, insan önce hayal eder, sonra yapar. Mesela bir hırsız, evi soymadan önce hayalen defalarca soyar, sonra bunu fiiliyata döker. Her günahın evveli hayalde başlar.

Vehim kuvveti ise, şeytan tarafından hayırlı işlere engel olmada kullanılır. Mesela, bir insan malının önemli bir kısmını Allah yolunda vermeye niyetlendiğinde vehim devreye girer, şeytan buradan o kimseye “ya ilerde işlerin bozulur kendin muhtaç hale gelirsen? Ya şöyle olursa, ya böyle olursa…” gibi ihtimal hesapları yaptırır ve o önemli hayra engel olabilir.

Şehvet, insanın istek yönüdür. Servet, makam, şöhret, lezzet peşinde koşmak gibi hususlarda şeytan insanı hayli kandırır.

Gadap ise insanın öfke yönüyle alakalıdır. “Öfkede akıl yoktur” denilir. İnsanda öfke damarı harekete geçtiğinde, akıl devre dışı kalır, o insan her türlü çılgınlığı yapmaya hazır hale gelir. Mesela, komşusunun ineği bahçesine girip bir iki domatesini yiyen bir kimse, şeytanın teşvikiyle öyle sözler söyler ki, akl-ı selim bunları asla kabul etmez veya öyle hareketler yapar ki bir çocuk bile yapmaz. Hatta bazen iş cinayete kadar uzayabilir. Biri mezara gider, diğeri de hapse girer, ömrünün sonuna kadar pişmanlık duyarak yaşar.

Maneviyat büyüklerinden Şakik-i Belhî, üstteki ayetin yorumu sayılabilecek şekilde şöyle der:

“Her sabah dört cepheden şeytanın saldırısına uğrarım. Önden yaklaşınca, “istediğini yap, Allah Gafur ve Rahimdir” der. Ona şu ayetle cevap veririm:
“Kullarıma haber ver ki, ben gerçekten çok bağışlayıcı ve pek merhamet ediciyim. Bununla beraber azabıma gelince, o da çok can yakıcı bir azapdır.” (Hicr Suresi, 49-50)

Arkadan yaklaşınca, benim ve çocuklarımın fakirliğin pençesine düşme ihtimaliyle korkutur. Ona şu âyeti okurum:

“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın...” (Hud Suresi, 6)
Sağdan yaklaşınca, beni yaptığım iyiliklerle övmeye, yüceltmeye çalışır, “Senin gibi âbid biri dünyada yoktur” der. Şu âyetle onu sustururum:
“... O halde sabret, akıbet müttakilerindir.” (Hud Suresi, 49)
(Yani bugüne değil, işin sonuna bakmak lazım. Yola çıkan biri hedefe varıncaya kadar başarılı sayılmaz. Mesela, İstanbul’dan Ankara’ya doğru arabasıyla giden birisi, son km.de de kaza yapsa amacına ulaşamayacaktır.)

Sol cepheyi seçince dünyanın bütün güzelliğini ve şehvetlerini nazarıma verir, iştahımı kabartmaya çalışır. Hemen şu ilâhî fermanı hatırlatırım:

“…Artık, kendileriyle arzu ettikleri şeyler arasına perde çekilmiştir.” (Sebe’ Suresi, 54)

(Yani, cehennem ehli gördükleri azap karşısında dehşete düşerler, kendilerinde iştah namına bir şey kalmaz. Mesela, işkence gören biri, önüne en güzel yemekler de konulsa onları canı çekmez.)

Ben bunları okuyunca, şeytan eli boş olarak geri döner.”
Şeytan insanın imanını çalmaya çalışır

Şeytan bir hırsızdır, insan kalbinde en değerli cevher olan imanı çalmaya çalışır. Günümüzde, imanî konularda hemen her tarafta görülebilen şüpheler, şeytanın bu konuda nasıl hummalı bir şekilde çalıştığını ispat eder. “Din afyondur” şeklindeki bir vesvese, kominizmi esas alan bir devletin 70 yıl boyunca temel prensiplerinden biri idi. Bu sistemde “kutsala” savaş ilan edilmişti. Şimdilerde ise din, dünya çapında daha saygın bir konumdadır. Ama şeytanın bu konuda vesveseleri bitmiş de değildir.

Şeytan, insanın imanını çalma hususunda ısrarcıdır. Ve ısrarını son ana kadar devam ettirir. Futbolda son anda bile sürprizler olabilmesi misali, takva sahibi kimselerin bile imanını elde etmeye hırs gösterir, sekerat halinde verdiği vesveselerle o kimseyi inkârcı biri olarak bu dünyadan göndermeye çalışır.

Teorik olarak şeytan son anda imanı çalma ihtimali varsa da, gerçekten imanı kuvvetli olan kimseler ömür boyu son ana da hazırlandıklarından böylelerin imanı ilahi koruma altındadır, şeytanlar ordusu da gelse bir şey yapamazlar. Çünkü onların imanı sadece akılda değil, kalbin en derin köşelerindedir ve şeytanlar o derinliğe nüfuz edemezler.
Şeytan, ateşe sevk eder

Ateşten yaratılan şeytanın akıbeti ateş olacaktır. Ama o, ister ki orda yalnız kalmasın, yeryüzüne halife olarak gönderilen insanlardan da nicelerini yanına alsın!

“Her kim Rahmanın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Ama onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet kıyamet günü huzurumuza gelince, arkadaşına: “Keşke seninle benim aramda doğu ile batı kadar bir uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın!” der. Onlara: “‘Bugün pişmanlık duymanız size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü siz zulmettiniz. Şimdi de hepiniz azapta ortaksınız.’ denir.” (Zuhruf Suresi, 36-39)

Öyle anlaşılıyor ki, şeytana uyanların bedenleri ateşte yanarken, ruhları da “pişmanlık ateşiyle” yanıp kavrulacak. Ama bu pişmanlık onlara fayda vermeyecek, kendilerini ateşten kurtarmayacak.

Böyle feci bir akıbete maruz kalmamak için şeytandan korunmak lazımdır. Bunu yapabilmek için de, önce korunma yollarını bilmek, ardından ise uygulamak gerekir. Gelecek bölümde şeytandan korunma yolları anlatılacaktır. Bunları uygulamak ise, her ferdin iradî kararlılığına bağlıdır. Elinde ilaçlar olan kimse, bunları kullanmazsa elbette şifayı elde edemez. Şeytandan korunma yollarını bilmek de, şayet uygulanmazsa bir işe yaramaz.